Zamanlardan bir zaman küçük bir kıyı kasabasında genç bir balıkçı yaşarmış.
En büyük hayali senelerden beri kimsenin göremediği ama dillerde efsane olmuş gümüş balığını yakalayabilmekmiş. Çok parlak, upuzun kuyruklu bir balıkmış bu gümüş balığı. Her gün daha güneş doğmadan küçük sandalıyla denize çıkar, gece hava kararana kadar da dönmezmiş.
Bu gence sevdalı bir kız varmış. Kız her sabah kimseye görünmeden sessizce genç balıkçının gidişini izler, akşam da dönmesini beklermiş. Balıkçıysa o kadar çok istiyormuş ki gümüş balığını kızın farkında bile değilmiş.
Günler böyle akıp gidiyor, kızın aşkıysa kalbinde büyüyüp duruyormuş. Bu aşk artık acı veriyormuş genç kıza.
Bir gece yatağında doğrulup dua etmeye başlamış. "Ne olurdu sanki gümüş balığı kadar değerim olsa gözünde, onu özlediği gibi özelese, onu beklediği gibi beklese, onu aradığı gibi arasa, onu sevdiği gibi sevse beni Tanrım"....
Ve uyumuş.
Gün doğmadan hergün yaptığı gibi gizlice balıkçıyı uğurlamaya gitmiş. O gün çok güçlü bir fırtına varmış. Hiçkimse balık için denize çıkmazken, genç adam tutkusuna yenilerek küçük sandalıyla açılmaya başlamış.
Genç kız, "Madem" diye düşünmüş, "Madem benim aşkımı gözün bile görmezken, o balık için ölümü göze alabiliyorsun, bende kendi aşkımı denizlere gömüyorum"... Kendini denize atmış ve ölümü beklemeye başlamış.
Ama ölmüyormuş. Anlayamamış önce, suyun altında nasıl nefes alabildiğine aklı ermemiş. Birden geriye doğru baktığında, upuzun, pasparlak kuyruğunu görmüş. İnanamıyormuş...
Durmamış, hemen genç balıkçının teknesini bulmaya onu kurtarmaya gitmiş. Ama artık çok geçmiş. Balıkçının küçük sandalından geriye parça bile kalmamış. Cansız bedeni dalgalar arasında sallanıp duruyormuş. Upuzun pasparlak kuyruğunu göstererek boşu boşuna seslenmiş cansız bedene, "bak işte, istediğin gibi oldum, artık gör beni"
Genç kız gözyaşları içinde sevdiğine ilk ve son kez sarılmış. "Hayalini kurduğun şey gözlerini okadar kör etmişti ki, aslında yıllardır aradığının ben olduğunu hiç bilemedin...."